Yeryüzündeki Yıldız
Küçük yıldız…
Yeryüzünün en parlak taşı…
Yemyeşil ırmağına karışıp akmak ne kadar güzel…
Işığın büyülü.
Bana dokunduğunda neredeyse bir prenses olacaktım.
Sihirli bir taç değil ama bir değnek hediye ettin.
Yaşlanmış düşüncelerimin eline tutuşturdum o değneği.
Gençlerine yetişemez ama yolda olduğunu bilirim.
Bak seni izlemeye koyulup, unuttum. İstediğin kadar kırmızı boya var bende. Sana getirdim. Yeri bulutlar kaplamış sanki bahçendeki güller hep beyaz. Al biraz kırmızıyla boya.
Bir zaman, kara kalemle çizilen bir kızın dudaklarını boyamıştım. İlk giydiği elbisesini de ve babasının aldığı pabuçlarını da… Bir gün, kırmızı kurdelesi çözüldü saçlarından. Biraz daha büyüdü. Beyaz sayfalar verildi ve siyah bir kalem. Ağaca yaslanmış oturuyordu. Ressam, gözlerini simsiyah boyamış, beyazını bembeyaz! Aslını gördüm oysa. Damarlarını yaracaktı neredeyse kan.
O kızı tanıyordum.
Küçüktük tanıştığımızda. Fakat büyüdükçe uzaklaştık birbirimizden.
Bir gün yolun tam ortasına kapaklanmıştım. Bir baktım onun eli. Tutunup kalktım. Aynı yaştaydık ama o bıraktığım gibiydi. Beni nasıl tanıdın diye sordum. Gülümsedi. Ne demekti bu?
Bir gün de, defterini yastığımın altında buldum. Yapmamalıydım küçük Yıldız. Söylemişlerdir sana. Asla bakılmamalı, asla karıştırılmamalı bir başkasının eşyaları. Ama biliyor musun bir şey saklı olunca daha cazip oluyor her zaman. Yatağımın üzerinde açık bir kâğıt görsem okumak için bu kadar acele etmezdim. Ama zarfın içinde ki bir kâğıdı okumak için asla vakit kaybetmem hele üzerinde kimden geldiği yazmıyorsa. Daha heyecanlı olur o zaman. Hatta çöpün içindeki buruşturulmuş kaç kâğıdı açıp okudum merakla, bilsen. Hepsi de birine yazılmıştı. Okunmamışlar! Okutmayı bilememiş yazan.
Defteri okuduğumu anlamışsındır. Hayal kırıklığına uğrattım seni. Biliyorum Yıldız. Ama sana içindekilerden bahsetmek istiyorum. Harflerle hayatının resmini çizmiş. Gözlerim kimi satırlara değdiğinde hüzünlendi. Göz göze geldim sanki onunla. Bazı cümlelerde keyifli kahkahalarını duyuyordum. Yalnız başına, hiçbir şey yapmadan oturduğu zamanlar kıvrılırdım yanı başına. Sessizce otururduk saatlerce.
Yıldız ağlıyor musun? Ama o şimdi çok mutlu, defteri bitmedi de. Ona geri verdim. Seni anlatacakmış bundan sonra. Sonra yine yastığımın altında unutacakmış. Okutmayı öğrenmiş yazılarını. Oysa ben şimdi onun sakladıkları değil açığa vurduklarının peşindeyim. Henüz bilmiyor. Senin iyileşeceğini söyledi. Nerden biliyorsun dedim. Yine gülümsedi Yıldız. Bunun ne anlama geldiğini biliyor musun?
Sen de gülümse, resminde gülümsesin Yıldız. İzi, yüzüne gömmelerine izin verme. Oturup en sevdiğin çizgi film kahramanını konuşalım yeniden, sen kitap okurken seyredip yanağından öpeyim. Sonra baloncuklar çıkar yine etrafa ve onları yakalamaya çalış. Şansa bırakma denir ya. Sen bazen şansa bırak yaşamı. Çocuksun henüz. Kaça kadar saymayı biliyorsan say. Bütün rakamları bilince saymak istemiyor insan.
Korkuyor ve söylüyorsun. “Korkuyorum” Korktuğunu pek az kimse söyler. Kötü rüyalar gören adamın hikâyesini anlattılar mı sana? Uyumaz olmuş korkudan. Yine göreceğim diyerek kâbus. Bir gün bilge adam görmüş halini. Sopasına koymuş çenesini ayakta dikiliyormuş. İki eliyle sıkıca tutuyormuş sopayı. Değnek düşünce yere kapaklanıyor tekrar kalkıp aynı halini alıyormuş. Gözleri kan çanağına dönmüş. Üstelik kendini bilmez bir haldeymiş. Bilge sormuş evladım nedir bu halinin sebebi. Demiş;
“Gözlerimi kapar kapamaz burnumun ucunda bir yılan görüyorum. Ağzını açıyor ve ağzımdan içeri giriyor. Boğulmaktan son anda kurtuluyorum. Kâbus görmek istemiyorum. Uyumayacağım.”
“Evlat” demiş bilge.
“Kâbus görmekten korkuyorsun da şimdi gördüğün nedir?”
“Korkuya emanet ettiğin cesareti geri al.”
Yıldız uyudun mu? |